Gördüğü Halde Görmeyen Körler: José Saramago'nun Körlük Romanında Uygarlık ve Kaos
İnsanlığın gözleri açıkken bile nasıl körleşebildiğini, Saramago’nun romanı üzerinden hem edebi hem toplumsal düzeyde sorgulayan bir inceleme.
KITAP İNCELEME
Aylin Şahin
12/2/20257 min read


Bakabiliyorsan, gör.
Görebiliyorsan, fark et.
Portekizli yazar José Saramago'nun 1995 yılında kaleme aldığı ve 1998 yılında kendisine Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandıran Körlük romanı, insanın varoluşsal sınırları ve uygarlığın kırılganlığı üzerine güçlü bir eleştiri sunar. Eser, konusunun yanı sıra kendine özgü anlatım tarzı ve zekice kurgulanmış karakterleriyle dikkat çeker. Saramago’nun anlattığı körlük, fizyolojik bir kayıp olmaktan çok toplumsal ve ahlaki bir körleşmenin metaforudur.
Romanın Yapısı ve Anlatım Tarzı
Saramago, Körlük'te alışılmış yazım kurallarını bilinçli olarak yıkar. Romanda uzun, tırnaksız ve kesintisiz cümleler kullanılır, nokta ve virgülden başka noktalama işaretine rastlanmaz. Bu üslup, okurun kimin konuştuğunu bulmaya çalışırken körlerin yaşadığı yön kaybını deneyimlemesini sağlayarak kaosun biçimini yansıtır. Ancak bu üslup, aynı zamanda, karantinadaki körlerin bireysel seslerinin ayrımının kaybolduğunu ve tüm insanların kolektif bir acı, dehşet ve anonimleşme yaşadığını gösteren güçlü bir biçimsel tercihtir. Körlük, bireysel anlatıların yerine, paylaşılan toplumsal bir felaket anlatısına dönüşür. Böylelikle okur da körlerle aynı şekilde yön kaybı yaşar. Eserde karakterlere, tıpkı ülkenin ve şehrin isimleri gibi, ad verilmez. Karakterler meslekleriyle veya fiziksel özellikleriyle anılır: Doktor, Doktorun Karısı, İlk Kör, Koyu Renk Gözlüklü Genç Kız gibi. Bu isimsizlik, romanın evrensel bir bağlam yaratmasını sağlarken, bireysel kimliğin önemsizleştiği bir dünyada insan anonimliğini vurgular.
Körlük Salgını: Beyaz Felaket ve Karantina
Roman, bilinmeyen bir şehirde, kırmızı ışıkta bekleyen bir arabanın sürücüsünün aniden kör olmasıyla başlar. Bu körlük, alışılmış siyah karanlık değildir, "süt gibi bembeyaz" veya "beyaz bir karanlık" şeklinde deneyimlenir. Hastalık hızla yayılınca, yetkililer salgını "beyaz felaket" olarak adlandırır. Devlet, salgının yayılma riskini en aza indirmek amacıyla hastaları karantina altına almaya karar verir. Karantina mekanı olarak, duvarlarla çevrili, kaçmayı zorlaştıracak ve gözetimi kolaylaştıracak eski bir akıl hastanesi seçilir. Ancak karantinanın amacı, hastaları tedavi etmek değil, onları halktan tecrit etmek ve ölüme terk etmektir. Koşullar son derece sağlıksız, eski, çürümüş ve su boruları tıkanmıştır.
İktidar ve Gözetim Eleştirisi: Panoptikon ve Devam Eden Kaos
Saramago'nun distopik kurgusunda, devletin krize karşı ilk refleksi "tedavi" değil, "tecrit" ve "gözetim"dir. Devlet, bu karantina kararıyla kendince önlem aldığını sansa da, içerideki insanları ilkel güdülerle sınamaktadır. Karantinadaki hastalar, sürekli ve sert anonslarla kontrol altında tutulur. Dışarı izinsiz çıkanlar anında öldürülecektir.
Bu gözetim biçimi, Michel Foucault'nun Panoptikon metaforuyla ilişkilendirilir. Panoptikon, bireylerin sürekli izlendiğini hissettiği, ancak gözetleyenin görünmediği bir kontrol düzenidir. Romanda körler görmese de, hoparlörlerden gelen görünmeyen otoritenin sesini sürekli hissederler. Foucault, disipline edici gözetimin ilk olarak veba salgınıyla başladığını belirtir.
Saramago, siyasi kimliğinin de etkisiyle otoriter devlet sistemlerine yönelik derin bir eleştiri geliştirir. Yazara göre devlet, ya kendisi çeteleşmeyi yaratmakta ya da halkı sömüren grupların ortaya çıkmasına göz yummaktadır. Devlet, krizi çözmek yerine suni krizler yaratarak halkı manipüle eder ve korkuyu kitle kontrolü için araç haline getirir. Romanın distopik kurgusunda, yazarın eleştirisini keskinleştiren güçlü bir kara mizah ve ironi unsuru da mevcuttur. Örneğin, devletin salgına karşı ilk refleksi olarak "tedavi" yerine "tecrit" ve "gözetim" kararını alması son derece ironiktir. Yetkililerin, duvarlarla çevrili, kaçmayı zorlaştıracak eski bir akıl hastanesini karantina mekanı olarak seçmesi, toplumun akıl sağlığını ve insaniyetini yitirmesinin trajikomik bir öngörüsüdür.
Uygarlıktan Sapma ve Ahlaki Panik
Karantina ortamında toplumsal düzen hızla çöker. Açlık, hijyen kaosu, çeteleşme ve şiddet yaygınlaşır. İnsanlar hayatta kalmak için ilkel içgüdülerine dönerler. Saramago, karantina koşullarında herkesin sadece kendi hayatta kalma mücadelesine odaklanarak birbirini sömürmesiyle, neoliberal politikaların insan ilişkilerini nasıl metalaştırdığını ve aşırı bireyciliği yücelttiğini eleştirir. Başkalarının acılarına kör kalmak, bu sistemin ürünü olan ahlaki körlüğün en belirgin göstergesidir. uygarlık cilası kalktığında, açlık, güç ve cinsellik hızla yozlaşan alanlara dönüşür. Körler arasında gücü ele geçiren bir grup çeteleşir. Bu vicdansız körler, gönderilen yiyecek kasalarına el koyar ve yiyecekleri diğer hastalara para ve değerli eşyalar karşılığında satmaya başlarlar. Bu durum, en temel yaşam hakkının bile bir ticaret objesi haline geldiği, yazarın kapitalizmin acımasız ve metalaştırıcı yüzüne yönelik sert bir eleştirisidir. Maddi değeri olan hiçbir şey kalmayınca, çete üyeleri kadınları talep eder. Kadınlar, yemek karşılığında cinsel istismara maruz kalmak zorunda bırakılırlar. Yazar, bu sahnelerle kadının metalaştırıldığını vurgular.
Bu toplumsal çözülme süreci, sosyolojide Uygarlık Süreci'nden Sapma ve Ahlaki Panik teorileri çerçevesinde incelenir.
1. Ahlaki Panik: Ani bir kriz (körlük salgını) karşısında toplumun aşırı tepkisi, kontrol edilemeyen bir durumun büyütülmesine yol açar. Körlerin karantinaya alınması ve birer "halk şeytanı" gibi muamele görmesi, ahlaki paniğin düşman yaratma sürecini yansıtır.
2. Uygarlıktan Sapma: Karşılıklı bağımlılık ağları çözüldüğünde ve öz denetim kaybolduğunda, toplumsal normlar çöker ve bireyler şiddete başvurur. Saramago, insanın doğasında var olan kötülüğün bu koşullarda acımasızca gün yüzüne çıktığını gösterir. Karantinadaki sağlıksız ve ilkel koşullar, toplu bir travma yaratır ve insanları akılcı ve ahlaki davranışlardan uzaklaşarak psikolojik bir gerileme (regression) yaşamaya, ilkel içgüdülerine dönmeye zorlar. Bu hayvanlaşma, bireylerin kendi ahlaki sınırlarını nasıl aştığının psikolojik nedenlerine odaklanırken, dehşet karşısında insan zihninin ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Saramago bu durumu şöyle ifade eder: "Hayvanlar zalim değildir. Zulmü icat eden insandır".
Doktorun Karısı: Vicdanın ve Tanıklığın Yükü
Romandaki tek gören kişi olan Doktorun Karısı, merhameti, zekası, cesareti ve insanları organize etme yeteneğiyle öne çıkan bir aydın figürüdür. Yazar, romanda herhangi bir isim kullanmamasına rağmen bu karakteri bir aydın tipini simgeleyen, gören ama çoğu zaman sessiz kalmayı yeğleyen kişilerin eleştirisi olarak sunar.
Doktorun karısı, tüm zulme tanıklık eder. Cinsel istismar talepleri karşısında çete liderini bir makasla öldürmesi, romanın en kritik anlarından biridir. Bu eylem, bir yandan adalet arayışı ve erdemli bir eylem olarak okunabilirken, diğer yandan uygarlığın son kırıntısının da çözülüşü olarak yorumlanır. (Bence, ahlaki bir eylemdir...)
Doktorun karısı, içerideki körlere rehberlik etmeye çalışır ve onlara, insan gibi yaşama yeteneğini yitirmiş olsalar bile "tam anlamıyla hayvan gibi yaşamamak için" mücadele etmeleri gerektiğini söyler. Onun görme yetisine sahip olması, bir ayrıcalıktan çok, büyük bir sorumluluk ve ıstırap kaynağıdır. Bu durum, kendisini büyük bir vicdani yük altına sokar. Çete liderini öldürmesi ise sadece adalet arayışı değil, aynı zamanda şahit olduğu dehşet karşısında aşırı baskı altında kalan bir bireyin travmatik savunma ve eyleme geçme tepkisi olarak da görülebilir. Vicdanın temsilcisi olarak, hayatta kalmanın ötesinde insan gibi yaşama mücadelesi verir.
Felsefi Bağlamlar: Platon'un Mağarası ve Lacan'ın Gerçeği
Foucault ve Biyopolitika: Karantina kararı, Foucault'nun Panoptikon metaforunun ötesinde, biyopolitika kavramıyla da ilişkilendirilebilir. Biyopolitika, modern devletin nüfusun yaşamını ve ölümünü kontrol altına almasını ifade eder. Devletin, körleri tecrit ederek, salgının yayılma riskini en aza indirme bahanesiyle, aslında bu insanların ölebilir (mortal) hale getirilmesini ve ölüme terk edilmesini içerir. Bu, iktidarın yaşamı yönetme gücünü kullanma biçimine dair derin bir eleştiridir.
Roman, felsefi açıdan iki temel kavramla ilişkilendirilir:
1. Platon'un Mağara Alegorisi: Platon'un mağarasındaki tutsaklar, duvara yansıyan gölgeleri gerçeklik olarak kabul ederler. Körlük'teki karantina, bir mağara ile özdeşleştirilir yani körler gölgeleri gerçek sanan tutsaklar gibidir. Doktorun karısı ise zincirlerinden kurtulup asıl gerçeklikle karşılaşan kişiye benzetilir. Romanın son cümlesi, "Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, Gördüğü halde görmeyen körler" sözüyle, Platon'un alegorisindeki gerçeği görmek istemeyen tutsaklara gönderme yapılır.
2. Lacan'ın Gerçek (Réel) Kavramı: Körlük salgını, dilin, açıklamaların ve bahanelerin yetmediği, çıplak ve rahatsız edici hakikat alanı olan Gerçek düzlemine geçişi temsil eder. Beyaz körlük, tanımlanamayan ve beklenmedik bir felaket olduğundan Gerçek'in bir gösterimidir. Karakterler Gerçek düzleme geçtiklerinde, insan tabiatının acımasız olduğu hakikatiyle yüzleşirler.
Sonuç: Bir Uyarı ve Sorgulama
Körlük, bireysel düzeyden toplumsal yapıya kadar uzanan bir çözülme sürecini işler. Salgın, başladığı gibi aniden sona erer ve herkes görme yetisini geri kazanır. Ancak bu "mutlu son," bir hezimet içerir. İnsanlık kendi karanlığını kendi emeğiyle aşmamış, fiziksel körlük bitse de ahlaki körlük yerli yerinde kalmıştır. Doktorun karısı, insanların eski düzenlerine hızla geri dönebileceğini görür.
Saramago, Körlük metaforuyla, uygar dünyanın Ortadoğu'da, Afrika'da işlenen zulümlere, savaşlara, açlığa ve yoksulluğa karşı nasıl kör kaldığını hatırlatır. Yazarın asıl mesajı, gözlerin görmesinin yetmediği, asıl görmenin yürekte başladığıdır. İnsanın körlüğü gözlerinden değil, kalbinden başlar. Görmek, fark etmek ve sorumluluk almakla ilgilidir.
Fotoğraf: Aaron Weiss