Karam

Sabah ışığı pencereden içeri süzülürken, sokağın yavaş yavaş uyandığını duydu. Önce kuş sesleri ulaştı kulağına, ardından kedilerin koşuşturması. İnsana dair hiçbir şey yoktu.

YAZIN

Canan Hodaman

11/10/20254 min read

Sabah ışığı pencereden içeri süzülürken, sokağın yavaş yavaş uyandığını duydu. Önce kuş sesleri ulaştı kulağına, ardından kedilerin koşuşturması. İnsana dair hiçbir şey yoktu. İnsansız bir gürültünün ne kadar güzel olduğunu düşündü.

Sokağın iki yanında, ardı ardına dizilmiş araçlar vardı. Otopark eksikliği mahalleliyi zorluyor, insanlar kapılarının önünü bile zor görebiliyordu. Araçların üstü çiğle kaplanmıştı; soğuk, metal yüzeylere yerleşmiş gibiydi. Birden rüzgar esmeye başladı. Binanın önündeki ağaçların yaprak sesleri yükseldi, pencere esintinin etkisiyle hafifçe sızladı.

Sıvası dökülmüş binaların arasında sokak alabildiğine renksizdi. Güneş bu renksizliği bile sevecen gösteriyor diye düşündü. Uzakta, ana caddeden bir korna sesi duyuldu. Ana cadde buraya uzaktı ama belli ki yine bir tartışma çıkmıştı. Gözlerini kapadı. Geceden beri uyumadığı için gözlerinde yanma vardı. Günün doğmasını beklemek sandığından uzun sürmüştü.

Pencerenin önüne çektiği sandalyede oturuyordu. Elinde Karam’ın göz damlasını tutuyordu. O sırada üçüncü kattaki Hakan Bey, elinde bilgisayar çantasıyla binadan çıktı. Yüzünden anlaşılıyordu, en fazla on beş dakika önce uyanmıştı. İşe yetişmek için apar topar çıkmış, gömleğinin önünü bile tam ilikleyememişti. Bina girişinde durdu, üstünü düzeltti.

Genç sayılmazdı ama yakışıklıydı. Hovardalık günlerini ardında bırakıp hayatını daha sakin geçirmek için mesaili bir işe girmişti. İşinde saygın biriydi. Bekardı. Hakan beyi izlerken “Bir işe bu kadar erken gidilir mi?” diye geçirdi içinden. İstanbul’da her işe bu kadar erken gidilirdi. Hakan Bey hızlı adımlarla uzaklaşırken, penceredeki gözler hala onu izliyordu.

İnsanların ne kadar aceleleri vardı. Bu aceleci davranışları, nereden baksan komik görünüyordu. Komik olduklarını fark etseler yine de böyle davranırlar mıydı? Muhtemelen evet diye geçirdi içinden. Geçim derdi, komikliğin üstündeydi. Kimse “komik oluyorum” diye işini bırakmazdı, diye düşündü. Ama bugün, komşusu ne kadar komik görünse de gülmeye mecali yoktu.

Saatlerdir oturduğu sandalyeden kımıldadı. Vücudu kaskatı kesilmişti. İki yandan ördüğü örgüler dağılmış, tutam tutam ak saçları yüzünün yanlarını çerçevelemişti. Ağır ağır nefes alıyordu. Sokağı bir an önce uyandırmak istiyordu. İki haftadır sokağın başında baktığı yavru kedi, Karam, ortadan kaybolmuştu.

Akşam vakti onu bulamayınca ilk hissettiği öfkeydi. Şimdi o öfkeye yorgunluk ve uykusuzluk da eklenmişti. Adı gibi emindi: bu, karşı binadaki Mehmet Efendi’nin işiydi. Binanın önündeki küçük bakkal onundu. Bakkalın yanında bulmuştu Karam’ı. Gece kadar siyah tüyleri ve sırnaşık tavrıyla ona “Karam” adını vermişti.

Severken Mehmet Efendi görmüştü. “Bu mırnavı buralarda çok tutmayın, dağıtır ortalığı,” demişti. Umursamamış, mama ve su bırakmıştı. Ertesi gün komşulardan duymuştu: “İstemem bu tüylüyü, götürün buradan” demişti adam. Bir gün adamın sokakta bağırışını duyunca pencereye koşmuştu. Etinden et koparır gibi bağırdığı için başına bir şey geldi sanmıştı.

Meğer Karam dükkanın önündeki paketlerin üzerinde dolaşmış birkaçını da yırtmıştı. “Kim ödeyecek şimdi benim zararımı?” diye söyleniyordu. “Ben demedim mi bunu buraya alıştırmayın! Ne yapayım bu kediyi çöpe mi atayım?” diye celalleniyordu. Karam oynamak istemişti. Daha küçücük bir kediydi. Her gün mama ve su verirdi, aç değildi. Üstelik Karam hastaydı; gözü mikrop kapmıştı.

Mehmet Efendi’nin homurdanmalarını duymamak için kendi binasının önüne küçük bir yuva yapmış, Karam’ı oraya almıştı. Her akşam damlasını damlatırdı. Dün akşam bulamamıştı. Düşüncelere dalmışken sokağın başından bir korna sesi duyuldu. Okul servisiydi. Binanın kapısı yeniden açıldı.

Üst komşunun küçük kızı pembe montu ve çantasıyla dışarı çıktı. Annesi siyah ipek gibi saçlarını balık sırtı örmüş, çiçekli tokasıyla örgüyü tutturmuştu. Kız binaya dönüp annesine el salladı. Kahverengi gözleri ışıl ışıldı. Paytak adımlarla merdivenlerden inerken onu izledi. Ne kadar da Karam’a benziyordu.

Karam acaba neredeydi? Mehmet Efendi bir yere mi atmıştı? Dediği gibi çöpe mi atmıştı? Gece oraya bakmıştı, bulamamıştı. Nasıl ondan habersiz götürürdü? Uzun zamandır komşusuydu ama bunu yapabileceğini düşünmeliydi. Aksi bir adamdı. Bir zamanlar sokağın önünü güzelleştirmek için çiçek pazarından renk renk çiçekler alıp ekmişti.

Mehmet Efendi “Böceklendi dükkanım!” diye sokakta feryadı basmıştı. Bütün çiçekleri söktürmüştü. Çicekler için bir hafta ağlamıştı. Böceklenmenin nedeni onun pintiliğiydi; dükkanını temizlemezdi. Hem doğaya hem hayvana düşmandı. O zaman da dördüncü kattaki gençlere çiceklerini söktürdü diye dövdürtmek istemişti. Gençler bıçkın çocuklardı; işçi eylemlerine gider, haksızlık gördüler mi ses çıkarırlardı.

İşçi eylemlerine gidenler çicekler içinde kavga çıkarırdı. Bilirdi. Söyleseydi ibret-i alem olsun diye sokağın ortasında bir temiz döverlerdi. Ama yaşından utanıp sustu. Tatsızlık çıksın istemedi. Aynı çiçeklerden evinde de vardı. Ama ağladığını görmüştü Mehmet Efendi. Gülmüştü de. Zaten hep alay ederdi onunla. Bir gün renk renk iplerden kendine hırka örmüştü. Dördüncü kattaki gençler çok beğenmişti. Gençler onu severdi.

Mehmet Efendi “İplikçi Rıza’da renk bırakmamışsın hanım abla.” deyip gün boyu alay etmişti. Komşulara da anlatımıştı. Ağrına gitmiş ama belli etmemişti. Güzel olan her şeye düşmandı Mehmet Efendi. “Acaba Karam’a ne yaptı?” diye düşündü. Çicekleri söken kediciğe ne feci şeyler yapardı? Çicek sökmek de cinayet değil miydi? Düşündü ve yutkundu. Gözleri yandı, doldu.

İşini bu sefer gençlere bırakmayacaktı. Bakkalı açmasını geceden beri bekliyordu. Açtığını gördüğünde bastonunu kapıp sokağa inecekti. “Karam’ım nerde?” diyecekti. Mehmet Efendi ağzını açmadan bastonunu kafasına olduğu gibi indirecek, pekmezini akıtacaktı.